Osmanlı’nın Rumeli fütühatı, aslında sıradan bir askeri yayılma değil, bir kültür ve medeniyet hareketidir. Osmanlı harekâtı, Türkistan’dan Anadolu’ya gelip buraları vatan haline getiren Selçukluların, sonraki asırlarda Balkanlardaki uzantısı durumundadır. Anadolu’ya gelenler, öncelikle şehirleri, coğrafyayı değil gönülleri fethetmeyi amaç edinmişlerdi. Onun için askerî harekâtı ikinci planda bırakan bir kültür ve medeniyet hamlesi öne çıkmış; gittikleri yerleri, insan ihtiyacını karşılamaya dönük kurumlarla donatmışlardı. Eserleri, asrımız kazanç hırsının gözleri bürüyen bencilliğini şaşırtan kurumlardı.
Osmanlı gazi ve akıncılarının gittikleri yerlerde ilk önce, insanı yüceltecek külliyeler kurmaları, aslında medeniyet hareketine daha çok dikkat etmeyi gerektiriyor. Normal veya hakşinas bakışlar, bunu çabuk fark edeceklerdir. Üsküp’ün öncü eserlerinin, o gazilerin adını taşıması anlamlıdır. Gazi İsa Bey, Gazi İshak Bey, Gazi Murat, devamında Gazi Hüsrev Beyler; gittikleri yere sömürü, kan, ateş ıstırap değil iyilik götürmeyi hedeflediler. Medreseleri, camileri, mescitleri, aşevleri, imaretleri, hamamları o kültürel hamlenin insana uzanan merhamet elleri idi. İnsanlar, vakıf kurumlarda doğru inancı öğrenecek, yoksullar helal rızıktan faydalanacak, içi ve dışı kirlenenler, medreselerle
birlikte çil çil kubbeler halinde serpilen kurumlarda kafalarındaki kirle birlikte bedenlerindeki kirden de kurtulacaklardı. Şifahaneler, hastalıklı olanların keselerine asla göz dikmeden onların ilaç dahil tedavi masraflarını karşılayacaklardı. Kale bedenlerinde, diriliğini “Yekdir Allah yek!” diye haykıran dizdarların sesleri, serhat boylarında çınlarken; kartal yuvası yüksek kalelerde barışı kılıçlarıyla sağlayan erler, ellerinde kopuzları serhat türkülerinin gönül alan, yüreklerdeki yakıcı hasrete serinlikler getiren nağmelerini yayıyorlardı. Cami minarelerindeki ezan sesi ile bütünleşen coğrafya; Osmanlı Barışı’nın hazırladığı huzur ortamını, bütün farklılıkları anlaşma unsuru haline
getiren anlayışın gölgesi altında huzur kadehi gibi yudumlayabiliyordu. O coğrafyaya, Pax Ottomana’nın sundukları, daha sonra acımasız dış müdahalelerin yönlendirmeleri ile parçalandı. 220 Üsküp camisinden sadece yirmisi günümüze gelebilirken, 21 Üsküp medresesinden hiçbiri kalmadı. Ama eğitime yapılan o yatırımların araştırılması, belgelerden faydalanılarak sunulması gerekiyordu. Ayakta kalan eserlere göre, ortada kalmadığı veya sadece yer tarifleri bulunduğu için, medreseleri ortaya çıkarmak zordu. Üsküp doğumlu Dr. Ertan Emin, bu anlamda zoru başardı. Belge, bilgi elde edebileceği her arşiv ve kaynağa başvurdu. Birbirini tekrar eden telif eserler yerine, bilinmeyenlere ulaşmayı denedi. Ve bu eser ortaya çıktı. Osmanlı kültür ve medeniyet hareketinin bir nebzecik
eğitim boyutunun, Üsküplü bir araştırmacının gayretiyle bilim dünyasına sunulması, tebrik edilecek bir işti. Umarız, araştırmacı Dr. Emin, yeni eserleri ile kültür ve medeniyet hareketinin diğer insani yönlerine de ışık tutar.
Prof. Dr. Caner Arabacı